Kör Ölüm (2 bölüm)



Devam etmediğim bir öykü...
Bölüm 1

Çalıştığı işten oldukça – bunalıma girecek kadar – sıkılmış, eve geldiği andan uyuyana kadar kendisiyle deliler gibi konuşurdu. Verdikleri maaştan daha fazlasını hakettiğini düşündükçe sinirleniyordu. Çalıştığı yirmi bir saate karşılık olarak aldığı paranın az olması onu sıkıyor çünkü günün tüm saatlerini sadece çalışıyor. Sabah saat altıda uyanıp yediye yirmi dakika kalmış evden çıkar, saat yedide de işte olurdu. Akşam saat on ikiye kadar çalışırdı. Başka bir şey yapmaya değil parası, zamanı dahi kalmıyor hal böyle olunca.

“Yarın erkenden gitmeyeceğim. Güzelce uyur sonra gider işten ayrıldığımı söylerim hem de bağırarak. Yeter!” Kendi kendine konuşmayı seven, kimsesi olmayan, yirmi dört yaşındaki genç yarın da dinlendikten sonra başka bir iş bulmak için arayışa girmeyi planlıyordu. Koca şehirde iş bulmak kolaydı, verilen maaş karşılığında kimsenin çalışmak istemeyeceği için iş yerleri fazlaydı. Bazen maaşı az da olsa artırıyordular çünkü eleman gerekliydi. Birçok şirket çalışanı olmadığından iflas etmiş, birçoğu ise yavaş yavaş iflas ediyordu.

Buranın insanlarının da dediği gibi “sadece köleliktir burada çalışmak.” Pek de haksız sayılmazdılar. İnsanları giderek daha fazla köleleştiren bir sistem var.

Karmaşık yapıya sahip şehirde çalışma süresi yüzünden insan ölümleri her gün giderek artıyordu. Biraz parası olanlar çalıştıkları işten ayrılabiliyordular ama “aşağı seviye” denilen kesim yani kaba tabirle “fakirler” işten kolay ayrılamadıkları için çalışmak zorunda kalıyorlar. Çok çalışıp az dinlenince de çeşitli hastalıklara yakalanıyorlar. Aldıkları parayı da tedaviye verdikten sonra yemek için sadece ilaçlar kalıyor. “Aşağı seviye”de ölümün artmasına karşın, sayları hızla çoğalıyordu. Karşısı alınmaz bir canavara dönüşmüştü bu durum.

Şehrin etrafında olan bölgelerde buranın yerlileri yaşar. Onlar şehirdeki insanlara, özellikle de yabancılara nispeten biraz iyi geçinebiliyordular. Genelde paraya ihtiyaç duymazlar, hayvancılık geliştiğinden gerekli olan mahsulleri kendileri yaparlar. Yiyecek içecek sıkıntıları olmaz, giysi ve bunun gibi bazı şeylere para harcanır sadece.

Merkezde – yerliler şehire merkez de derler – olan açlığın parasızlığın farkındaydılar. Bunu çok dert etmezlerdi. Yaşlıların anlattığına göre kendileri bu duruma düşmüşler, fazla günah işledikleri için tanrıların gazabına uğramışlar. Daha önceleri de böyle şeyler olmuştur. Yerli halkın birçok efsaneleri vardır. En çok efsaneleri de tanrılar hakkındadır. Sled – yerliler kendilerini böyle adlandırıyorlar – inançlarına göre bir büyük tanrı, üç tane de küçük, yardımcı tanrı vardır. Büyük tanrı hakkında kimse pek bir şey bilinmez onun hakkında efsaneler daha azdır. En çok bilinenler ise yardımcı tanrılar hakkındadır. Bunlardan birine göre de bu köleleştirmenin nedeni üç yardımcı tanrıdan biri olan Eva’dır.

Genç oğlan, gecenin dördünde uyku rahatsızlığı nedeniyle uyanmıştı. Biraz gözleri kapalı yatakta oturduktan sonra terliklerini eliyle bulup giydi. Susamıştı ama su var mı diye mutfağa gitti.  Mutfağa girince koyu karanlıkla karşılaşmıştı, eliyle sol tarafta olan elektrik düğmesini bulup ışığı açtı. Orada da ayaküstü gözleri kapalı halde durduktan sonra kendine geldi, bir bardak su içip yatak odasına gitti. Yatak odasına geçerken gördüğü manzara karşısında adeta nutku tutulmuştu ve bu şoku atlatamadan aniden gelen kırılan bardak sesiyle irkildi. Üst üste bunların olması onu çok korkutmuştu bu halde bağırmak istese de bağıramadı. Dilini yutmuş gibi hissediyordu. Bir telaşla aklına gelen ilk şeyi yapar, tekrar mutafa döner. Mutfakta gördüklerini hangi insan görse aklını kaçırırdı. Az önce içtiği su da, bardak da yere düşmüştü.

Su yere dökülmüştü, bardak öyle kırılmıştı ki sanki su gibiydi. İnanılmaz küçük parçalara ayrılmıştı kum gibi. Halbuki suyu içtiğini sanıyordu.
Tekrar yatak odasına geçince gördüklerine inanmayan genç, bunların bir rüya olduğunu düşündü her normal insanın yaptığı gibi. Olayın şokunu atlatamaz ve ayna karşısına geçer. Çok daha şaşırır çünkü kendisini aynada göremez. Kendi kendine konuşmayı seven birisi olduğu halde o anda konuşamıyordu sanki ağzı yokmuş gibi, nefes almıyor ama yaşıyordu sanki burnu yokmuş gibi. Bu kadar şeyin karşısında hala bayılmamıştı. Başka zaman elinde küçük kesik olsa bayılacak gibi olan adam şimdi bunca şeye rağmen bayılmamıştı. Elini kalbinin üstüne koymak isterken kalbinin atmadığını farketti. Kalbi yoktu. Aynaya baktıktan sonra yine kafasını arkaya döndürünce yatakta hala uyuyan, belki de ölmüş olan kendisini görüyordu hala. Konuşamamış, bağıramamıştı ama aklından düşünceler geçiyordu. Düşünebildiğini farkettiği anda “bunlar ne? Ne oluyor? Ben öldüm mü? Neden konuşamıyorum?” gibi birçok soruyu kendisine sordu ancak hepsi cevapsızdı! Yaşanan her şeyin bir karabasma olduğunu düşününce biraz rahatladığını sanmıştı. “İlginç! Rahatlığın ne olduğunu hissedebiliyorum.” Kendi vücudunun kaldırmak için yanına gidip uyandırmak istedi ama imkansız. Çünkü ona dokunamıyor.
“Şimdi bu bir rüya, karabasan ise ben uyanınca hepsi geçer. Ama oturarak geçmesini bekleyemem, hem böyle rüya mı olur? Resmen ölmüşüm ben!”

Ellerini ayaklarının üzerinde duracağı şekilde koymuş, kafası aşağı eğilmiş halde düşünüyordu. Başını kaldırıp saate baktı, tahminen yarım saat geçmişti. Giderek daha hızlı düşünebildiğinin farkına vardı. Bir anda her şeyi, tüm yaşadığını baştan sona düşündü ama saniyenin binde biri kadar hızlı düşünmüştü. Bir şey yapmadan oturduğu için sinirlenmişti, önceleri kendisinin hep haklı olduğunu düşündüğü için kendisine küfür ettiği olmamıştı. Fakat şimdi “uyansana lan siktiğimin adamı!” diye tepki vermişti. Kendisine, kendi cesetine, kendi vücuduna... “Bir şeyler yapmam gerek ama ne?”


Bölüm 2

Neredeyse yarım saatten fazla zaman geçmişti.Uzun süre geçen beyin karmaşası yaşadıktan sonra odasındaki değişiklikleri farketmeye başladı. Canlı olan her bir şey yaşar ve ölür. Yaşadığı zamandan ölenekadar olan süreçteki değişimin adı yaşlılıktır. Odadaki cansız eşyalar da birercanlı gibi yaşlanıyordu sanki ancak çok hızlı bir şekilde. Hızlı olan tek şeyinsadece düşünceleri olmadığını şimdi anlamıştı. Bir anda zaman yavaşlamış vedurmuştu, ışığın içinden doğan karanlık tüm her yeri kaplamıştı. Etrafı karabulutlarla çevrilmiş ve onların arasından aşırı siyah ve kırmızı karışımı birrenkte varlık görünmüştü. Beyninin içinde kendisiyle konuşanın bu varlıkolduğunu adam anlamıştı. O anda odanın kapısı ve penceresi deli gibi açılıpkapanmaya başlamıştı. Pencere iki-üç kez açılıp kapandıktan sonra kırılıp kumgibi çevreye saçılmıştı. Odadaki atmosfer aniden değişmiş ve içeride deli gibirüzgar esmeye başlamıştı, dışarısı olduğu gibi değildi. Hiçbir şey görünmüyor,insanın aklını kaçıracak derecede çığlıklar duyulmaya başlamıştı. Kendisine neolduğunu çoktan unutmuş gibiydi.

Yavaş yavaş odada siyah bulutlar belirmeyebaşlamıştı. Kendi kendine şekillenmeye devam ediyordu. Karşısında belirenvarlık hakkında en ufak fikir sahibi değildi ve gözlerini kısarak “sen de nesinbe!?” demişti. İllüzyon gibi olan siyah bulutların ardından yükselen “ruhunusenden çekip alan...” korkunç ses ölüm meleğine aitti. Ölüm meleği Maranaya,korkunç siyahlıkta, insanların ruhunu bedenlerinden çıkaran ve dolayısıylaonların hayatına son vermekle görevli olan melekti.

“O beden senin değil, kalk oradan” sesiniduydu çığlıklar kesildikten sonra. Şaşkınlık içinde etrafa bakınmayaçalışıyordu ancak sanki bir kasırganın ortasındaydı ve hiçbir şey göremiyordu.“Şu lanet şeyi durdursana?” dedi genç adam. Kendi kendine konuşmaya alışkındıfakat beyninin içinde olan biriyle konuşmak bedeninden ayrıldığı zamandan berialışamadığı tek şeydi. “Sana göre ölü, bize göre ruhsun.”

Genç adam ona bakarken gözleri bulanıkgörüyordu, bozuk bir resme baktığınızda ne görüyorsanız aynısı işte. Karşısındabir şeyin durduğu kesindi ancak ne olduğunu anlayamıyordu.

Anlık sessizlik karanlıkla karıştığında eşsizkorku yaratmıştı odada. Bu sessizliği ölüm meleği bozarak “ne gördün?”

“Ne mi gördüm? Kamp...aynı benim yaşadığımıorada insanlara işkence vererek yapıyorlar. Tek tek hepsinin ruhunu alıyorlar.Ama benden farklı olarak onlar bunun farkında ve çaresiz, ben farkınavaramadığım için...”

Adamın ruhunu ölüm meleği almıştı, artık birölüydü. Her yeni ruh bir şeylerin başlangıcını görür. Bu sefer yeni ruhlarıngördüğü başlangıç savaşa dair olanlardı. Tüm bunların ne anlama geldiğinikavrayamıyordu hala. Ölüm meleği ona “olası bir savaş için tanrı Eva’nınsavaşçısı olmak zorundasın” dedi. Net görmesi için gözlerini kısarak bakıyorduama bir faydası yoktu “neden zorundayım?” biraz durduktan sonra klasik bir sorusormuştu “ve de neden ben?”

“Çünkü gördüğün düzene baş kaldıracak ve onubozabilecek olan nadir kişilerdensin.”

Bu cümleler hoşuna gitmişti, ona övgü gibi gelsede karşısındaki için bir şey ifade etmiyordu. “Bu düzene karşıyım evet ancak..”cümleyi bitirmesine izin vermedi ve sözünü keserek “karşılığında vücudunakavuşacak ve yarım kalan hayatına devam edeceksin” dedi Maranaya.

Doğru ya! Bitiremediği bir hayatı vardı,doyasıya yaşayamadığı, yemediği, içmediği, gezip eğlenmediği. İnsanoğlu bir kezdaha dünyaya düşkün olduğunu kanıtlamıştı. Biraz düşündükten sonra cevabıMaranaya’nında tahmin edebildiği gibi “evet” olmuştu. Ardından yine kendini soru sormaktanalıkoyamamıştı “yapmam gereken nedir?”

Gerçi yapabileceği ne var diye düşünmüştübiraz ama başka seçeneği olmadığından direkt sormasının daha mantıklı olacağınıdüşünmüştü. Tanrılara, meleklere ve kendisinden güçlü ruhlara ne yapabilirdiki? Çok saçma evet...

Maranaya’dan cevap gecikince tekrarkonuşmaya başlamıştı “o kamp askeri deneysel bir kamp, orada sayısızca insanınruhunu söküp alıyorlar bedenlerinden” cevabında ölüm meleği “ilk işin o kampıyok etmek olabilirdi evet ama sen bir insan değilsin artık ve onlara hiçbir şeyyapamazsın” dedi. “O zaman vücudumu geri verin, öyle gideyim.” Maranayasakinliğini koruyarak “imkansız, ben ruh alırım, vermem, veremem...” dedi.

Hiç yorum yok: