Lisofey (1 bölüm)
1. bölüm
Lisofey, burası kaderin döndüğü yer. Evet, yanlış duymadınız burası kaderin döndüğü yer. Kaderiniz değişmez burada, sürekli bir daire içindeymiş gibi dönüp durar. Yeni bir başlangıç dediğiniz yer gibi, o yeni başlangıç dediğiniz şeyin aslında eski başlangıçla aynı olduğu yerdir burası. Lanetlenmiş insanlar, kendi kendini kıskananlar, gökyüzüne kafa tutanlar hepsi bu lanet yerde toplanmış ya da toplamışlar. Burada sürekli yağmur var gibi gözükür ama aslında yağmur yoktur. Hep güneşin ışıkları burayı aydınlatıyor gibi düşünürsün ama gerçekte güneş yoktur. Çok karanlık gelir sana aslında karanlık da yok. Buranın var olmadığını düşünürsün ama burası var ve gerçektir. Kar yağmaz buraya. Hep soğuk hissedersin ama soğuk da yok sadece saçlarınla dans eden bir rüzgar vardır. Buradakilerin kaderi değişmiyor, hep tekrar ediyor, kurtulmak mümkün değil çünkü kaderinizde kurtulmak yoktur.
Bugün, bilinmeyen bir yılın, bilinmeyen ayın, bilinmeyen gününün bilinmeyen bir saati. Buralar yanıyor gibi ancak soğuktan yanıyor. Çok keskin soğuk var ve rüzgarın hızlı estiği yerlerde suratın adeta yanıyor gibi oluyor. Bu bahsettiğim hissi ancak yüksek bölgelerde yaşayabilirsin.
Bir de buraya alışan insanlar...oh dur, insanlık artık onlar için hiçbir şey ifade etmiyordu. Onlara insan demek ne kadar doğru bilmiyorum ama bir tanım yapmak gerekiyor. Onlar buraya alışmışlar, burayı kendi evleri yapmışlar. Evleri olmadığı için burada yaşamaya mahkumlar. Onlar dediğim gökyüzüne yakın oturan ve konuşmadan isyan eden dört arkadaş değil, onlar çok tahmin edemeyeceğiniz kadar çoktur bu karanlıkta.
Siyah bulutların altında sanki bir ışık gibi parlayan sarışın kız kendini rahatsız hissediyordu. Bugün hiçbir şey yapmamasına karşın epey yorulmuş gibiydi. Göz kapakları istemsizce kapanıyor, ayakta durma isteği giderek azalıyordu. Bir yerlere yatmak ona iyi gelebilirdi ama burada öyle bir yer olmadığından mecbur ayakta kalmıştı. Biraz daha geçtikten sonra artık dayanamayacağını farkeden sarışın, Kader dağının zirvesinde oturan Ummia Fort’un yanına yaklaşarak “şehre ne zaman ineceğiz?” diye sordu. Dağın zirvesi çok soğuk oluyor ve rüzgar neredeyse çılgınlar gibi hiç dinmek, yorulmak bilmiyor. Yaz, sonbahar, ilkbahar, kış...hiçbir mevsim değiştirmezdi buraları hep aynı kalırdı. Hep bir karamsarlık hakimdi şehir dışında. Sadece şehir dışında değil şehrin kendisinde de karamsarlık vardı ama şehir dışında olduğu kadar değil. Şehirdekiler en azından bazen mutlu olabiliyorlardı. Kahverengi saçları gözlerinin görünmesine izin vermeyen Ummia Fort “burası çok güzel...” sesi rüzgarın sesine eşlik ediyor gibi fısıldamıştı “ne oldu?” aniden sordu. Sancia, gözlerini ondan ayırarak şehrin ötesine boş gözlerle bakıyordu. Ummianın baktığı yer değildi, başka bir yer ama kendisi de bilmiyordu. “Ayakta duracak halim yok” dedi. Sesi aslında sağlıklı birinin sesine benziyordu. Normal birinden daha vurgulu söylemişti. Hasta biri böyle bir sesle konuşamazdı kesin, daha çok yavaş yavaş, sanki göğsüne saplanmış hançeri çıkarır gibi sözler ağzından dökülürdü. Belki de artık kalan son takati de bitmişti. Sanki tüm gücünü toplayarak son cümleyi söylemişti. Bulundukları mekandan kaynaklı da olabilirdi, çok sıkıcı ama aynı zamanda huzur vericiydi, dağın başında olsa da düz aynı zamanda uzun, neden yapıldığı bilinmeyen direklerle çevrili bir yerdi.
“Hasta değilsin, burası öyle hissettiriyor sana...” dedi. Saatlerdir arkadaşlarının yüzüne bakmıyordu, hep ileri, hep ileri... Baktığı yer neresiydi kimse bilemezdi. Kendine özgün bir biçimde yavaşca ayağa kalkıyordu ancak yine de gözlerini baktığı yerden alamıyordu. Herkes susarak onun bir söz demesini bekliyordu. Ummia Fort dönerek karşısındaki kıza ve diğer üç arkadaşına baktı biraz ardından “gidiyoruz...” dedi. Ummia çok konuşan biri değil, cümleleri kısa keser hep ve bu çevresi tarafından anlaşılıyor sadece. Diğerlerine de aynı şekilde davranır fakat onlar çoğu zaman anlamazlar, onun da umrunda olmaz zaten. “Anlayan çoktan anladı bile...” diye meşhur sözü vardır. Sakin ve kısa konuştuğu gibi yürümesi, oturması, kalkması neredeyse tüm hareketleri yavaştır. Zira dostlarının anlaması ona yetiyordu.
Dağdan aşağı inmek için her zaman jetar kullanıyorlar. Başka türlü oraya çıkmak ve oradan inmek çok zor hatta imkansızdır. Jetar araba boyutlarında - bazen daha küçük – ve jet hızında olan araçtır. Çok hızlı ve küçük olması avantaj iken dayanıklığı çok düşüktü yani yaptığınız bir kazada ölme şansınız yüzde ellidir.
Jetarı kullanan uzun boylu, esmer ve kaslı yirmi yaşındaki genç, Daarahil idi.
Jetara binmeden önce Sancia Daarahil’e yaklaşarak ondan mümkün olduğu kadar hızlı gitmesini istemişti, çünkü hastalığa dayanamıyordu böyle bir zaafı vardı. Hastalandığında zayıf düşer, gözleri sürekli kapanacak gibi olur ve aşırı halsizleşirdi. Arkadaşlıkları eskiye dayandığı için tüm bunlardan haberdardı genç oğlan. Herkes araca binmiş onları bekliyordu, diğerleri sabırsız olsa da Ummia bir şey demeden, kafasını bile kaldırmadan sabırla bekliyordu. Sonra biri arka tarafa diğerlerinin yanına, genç oğlan ise direksiyona geçti ve aşağı inmek üzere jetarı çalıştırdı. Avını gören kartal gibi tüm hızıyla aşağıya doğru iniyordu. Sancia bundan – jetarın çok hızlı gitmesinden - birilerinin rahatsız olabileceği düşüncesini aklının ucundan bile geçirmemişti. Hiç beklenmeyen anda, beklenmeyen kişi “Daarahil...” ara verdi “biraz yavaş gitsene dostum, öldürecek misin bizi!?” neredeyse yüzünün tamamını örten saçların ardından bir ses çıkmıştı.
Bu biraz kaba olsa da, sonuçta Sancia ile genç oğlan arasında geçen konuşmadan habersizdi. Ona göre davranmıştı, yoksa arkadaşlarını kırmayı hiç sevmezdi. Arkadaşları onun için kendi canından bile değerliydi çünkü küçük yaşlarından şimdiye kadar üç arkadaşıyla birlikte büyümüştü. Arkadaşlık çoktan kendine “Grettvit” takma adını kazanmıştı, tabii ki kendileri değil şehirde yaşayanlar onları böyle adlandırıyordu. Daarahil ise sonradan Grettvit’e katılmıştı.
Kimi zaman onların bir klan olduğu ve daha fazla olduklarını söylüyordular. Yalan dolan efsaneler dolaşıyordu, hakkında birçok kitap vardı ama sadece bir kitabın onlar hakkında doğru bilgiyi verdiği söylenirdi. O kitabın ise kimde olduğu bilinmiyordu.
Gerekli yere ulaştıktan sonra jetardan indiler, hava burada daha çok sonbaharı andırıyordu. Burada yağmur daha hafif yağıyor gibiydi ve rüzgar neredeyse yoktu. Grettvit’in diğer üyesi, daha on yedi yaşlarında olan orta boylu Heonelda yüzünü gizletmek için maskesini taktı. Her zaman böyle yapıyordu, aşağıda – şehirde – iken maskesiz dolaşmıyordu. Nedenini ise sadece onlar biliyor ve kimseye neden böyle yapıldığını söylemiyordular. Onu daha arkadaşları hariç maskesiz gören olmamıştı. Bir iki kez maskesini çıkarma girişiminde bulunmuştular. Fakat sonları hiç de iyi bitmemişti, Ummia böylelerini affetmez.
Şehre indikten sonra ilk işleri Sanciayı iyileştirmekti. Kız artık son adımlarını atıyordu, on beş dakika daha ayakta kalsa, yürümese bile düşecekti. İnsanların gittiği normal eczaneye gitmediler, çünkü orası normal insanlar içindi. Grettvit ise yarı mutasyon geçirmiş insanlardan oluşuyordu. Sıradan ilaçlar onlara yardım edemez bazen yarar yerine zarar verebilir. O yüzden yarı mutasyon geçirmiş insanların tedavisini yapabilen kişi sayısı çok azdı. Onlar da bu yeteneklerini herkesten saklıyordular. Diğerlerinin bundan haberdar olması kötü sonuçlar doğurabilirdi. Kendileri hakkında bilgi sahibi olanlar onlara şifacı diyordular. Ummia Fort ve arkadaşları da tanıdık bir şifacının yanına gitmek için şehrin dar sokakları arasından gidiyordular, genellikle öyle gizli, saklı yerlerde yaşıyorlar. Akşam vakti yaklaşıyor, hava kararıyordu yavaş yavaş. Dar sokakların arası şehrin geçici huzurundan yoksundu. Pis kokmasa da bilinmedik bir sıkıntı kaplıyordu insanın içini. Yol sessiz olduğundan eve yaklaştıklarını hissetmişti şifacı, camdan onları gözetliyordu. Ummia hariç hepsi art arda hızla geliyordular.Beş kişi birden geldiklerini görünce ani telaşa kapıldı, durduğu yerden çekildi ve gerekli olan güvenlik önlemlerini aldı. Şifacıların evine en çok iki kişinin girmesi makbuldür, daha fazlası tehlike demekti. Böylelerinin şehirde dolaşmasından neredeyse tüm şehir nüfusu rahatsızdı, gördükleri anda gerekli yerleri arayarak haberdar ediyordular. Çok şeyin karşıtı olduğu gibi bunların da karşıtı var elbette.
Kapının önüne yetişince bir hareket yapmadan kapının açılmasını bekliyordular. Kurallar böyle olmasını gerektiriyordu, en ufak ses bile çıkmamalıydı. Beş kişi geldiklerine göre acil durum vardı demek ki. Şifacı gecikiyordu ve en önemlisi Sancia’nın artık dayanacak gücü kalmamıştı. Düşeceğini hisseden genç oğlan çabuk davranarak kızı elleri arasına aldı. Her kesin ona taraf baktığını görerek dikkatlari üzerine çektiğini anlayan, kafasının sallayarak her şeyin yolunda gittiğine işaret etmişti.
Elinde olsa küfrederek bağırırdı kapıyı açması için ama böyle şey yapması imkansızdı. Ummia, gencin sinirlendiğini görünce alçak sesle “şşş sakin ol” dedi ve bu da “aptalca bir şey yapma sakın” demek oluyordu. Kapının açılmasıyla soğuk hava, bir canavar gibi sızmıştı içeriye. Evin sıcaklığı dışarı vurunca soğukla sıcak karışmıştı bir birine. Işıkların dışarı yayılmaması için çok zayıf lambalar kullanıyordu. Hepsi eve girdiğinde şifacı şaşırmış gibi gözlerini büyüterek “hayır, dikkat çeken sen girme” dedi. Ummia “haklı...” dedi arkasına bakmadan. Buna fazlasıyla sinirlenmişti Daarahil. Sanki susarak haykırıyor, sözler dudaklarından değil göz bebeklerinden çıkıyordu. Bir şey demeden Sancia’yı eve bırakarak oradan uzaklaştı.
Şifacı kızı iyileştirmeye bakarken Ummia ve diğer iki arkadaşı şöminenin karşısında oturdular. Tam yarım saat geçmişti tedavi ise hala devam ediyordu. Ummia elleri çenesinde, gözünü yine bir noktaya dikmişti düşüncelerini alev almıştı, sinirli görünmese de içten içe öfkeleniyordu. Düşüncelerini değiştirerek gitmek hakkında düşünmeye başladı. Artık geç olmuştu gitmeleri gerekirken hala burda beklemekte ısrarcıydılar. Şöminedeki ateşin sesinden başka odada bir ses yoktu. Arkadaşlarına “gidelim” dedi ardından şifacıya dönerek “kız sana emanet...”
Tabii ki Sancia’yı bir şifacıya emanet edip gidemezdi, dışarıda karşıdaki binanın başında tedavi bitene kadar bekleyecekti. Diğerleri ise bu sırada dinlenmek için bir yer arayacaktılar,aramak da denmez muhtemelen hep gittikleri motele gidecektiler.
Her taraf öyle sessizdi ki, nefes sesleri bile rahatlıkla duyuluyordu. İkiz kızlardan birinin telefonu çalmıştı sekiz kez ama hep sessizde olduğundan farketmemiş ancak şimdi bakınırken görmüştü. Hepsinin telefonu her zaman sessizde olurdu, Ummia böyle istemişti.
Arayan kişi sokakların, onları “koruyan” çetelerin köpeği idi. Cevap gelmediğinden mesaj atmıştı, gizli bir gösterinin olduğunu yazıyordu.
Hiç yorum yok: