Adsız - 2. bölüm

Bilgisayar olan masayı pencerenin yanında park edermiş gibi çektikten sonra kahvemi yudumlayarak dışarıda olan bitenleri izlemeye devam ediyordum.
Sabahtan beri kendime sorular sorup duruyorum ama bir şey yapma gereği duymuyorum hala. Fakat şimdi, hemen evden çıkıp oraya gidecektim. Fazla seyirci kalmamam gerektiğini bana o mavi gözler öğretti... Oysa ki kahvem daha bitmemişti. Daha doğrusunu desem, kahvelerim bitmemişti. İki bardağı da orada öylece bırakıp yerimden kalkıp ceketimi aramak için yattığım odaya doğru yol aldım.
Aslında yatak odası demem gerekiyordu, çünkü yattığım yer mutfak. Birkaç yıldır diğer odaları boşaltmış, mutfakta ikamet ediyorum. Bilgisayarım dahil bana gereken tüm eşyalarım da mutfakta, diğer odaları benim evden saymıyorum. Böyle yaşamak güzel, hem kahvemi daha hızlı yapıyorum, hem yemeğimi. Başka odaya taşımaya gerek de kalmıyor çünkü her şey burada. Yap, ye ve ya iç, yıka ya da bırak kalsın orada. Tüm bunlar bende küçüklükten vardı, haliyle üniversite zamanlarında bile böyleydim. Üniversiteden oda arkadaşım bana “üşengeçliğin vücut bulmuş halisin.” diyordu.
            Ceketimin yatak odasında ne işi vardı sahi? Neyse, alır almaz kapıya koştum. Ama bir anda duraksadım, çok önemli bir şeyi hatırlamış gibi hissettim. Işıklar! Ama onları niye kapatayım ki? Döneceğim zaten.
İlk katta yaşıyor olsam da kapımın sol yakınında olan iki tane küçük merdivenleri inmeye mecburdum. Hatta bir keresinde bunun için karakola bile düştüm. Komşular elimdeki baltayı zorla almışlar, öyle psikopatlıklarım da oldu. Sırf merdiven inmemek için ilk kattan almıştım evi, bana inat yine de iki tane küçük de olsa merdiven vardı. Bu kadarı ahlaksızlık!
 Orayı bile temiz tutmuyorlar. Apartman ilk kattan üst kata kadar pis kokuyor, rezil komşular ise çöplerini kapılarının önüne koyuyorlar. Neden böyle pis bir şey yapıyorlar ki? Hala anlamış değilim bu kokuya nasıl dayandıklarını. Bunda bir gariplik var, askerliğimin son dönemlerini hatırlatıyor. Sanki domatesle plastik kartı aynı anda kızartmış üstüne de hani tüy yanarkenki koku olur ya o ilave edilmiş gibi bir hiss yaratıyor. O kokuyu ancak böyle tarif edebilirdim. Çok berbat ...aklımdan çıkmadığı gibi arada sırada hiçbir şey yokken burnuma geliyor. Lanet günler! Nefret ediyorum! Komşularıma da nefret ediyorum! Onların pis çöplerine de! Merdivenlere de!
Merdivenlere karşı olan aşırı nefretim ise çocukluğumdan kaynaklanıyor...
Aralık ayının başlarında bu kasabada insanın kemiğine kadar işleyen bir soğuk olur hep. Kışın insanlara, dünyaya kızdığı günler olmalı. Yaptığımız günahlara çok kızıyordur doğa. Bu yüzden bize sert yüzünü gösterir ara sıra. Isınmak için kestiğimiz ağaçlar için mi, yok ettiğimiz ormanlar için mi, yemek için kestiğimiz hayvanlar için mi, kıymetli bir şey ararken delip patlattığımız dağlar için mi kızıyor acaba bizlere? Bilemiyorum yine...
Sanırım üç aralıktı o gün, fazlasıyla sert rüzgar yüzümü kızartmış, burnumu dondurmuştu. Burnum akıyordu ama keskin soğuk yüzünden hissedemiyordum. Elimle silmeye de yeltenmiyordum çünkü ellerim de soğuktan sanki taş gibi olmuştu, çok kaba.
Babam uzun merdivenle iki katlı evimizin en üstüne çıkmış ve iki gündür evimizin sadece bir köşesine yağan karı engellemek için çatıyı tamir ediyordu. Bu havada ben ellerimi kımıldatamıyordum bile ama o çatıyı tamir ediyordu bizim için, ailesi için... Doğayla iç içe olan bölgede yaşamıştı hep, orada doğup büyümüştü. İlk evimiz de orada olmuş ama sonradan kasabaya taşınmışız, ben çocukken. Evi de babam inşa etmiş orada. Bu yüzden tamir işlerini iyi biliyor, yıllardır her şeyi kendisi onarır. Tamirciye pek ihtiyacımız olmazdı.
Aralık ayında bile üşenmeden bu işi yapması soğuğa karşı dirençli olmasını gösterirdi. Tamir bitmeden de eve girmezdi. Bedeni sanki buz gibiydi soğuk işlemiyordu adama.
Evin arkasında sağdan ikinci pencerenin karşısında durmuş gereken aletleri elimde tutuyordum, gerektiğinde uzatıp babama vermek için. Nerede durduğumu bu kadar detaylı anlatmamın nedeni o pencerenin benim odama ait olduğundandır. Arada dayanıp – belki de – ısınmak için bir sigara yakıp, azıcık düşünüp yeniden işe koyulurdu. Bense titriyordum soğuktan çok kalın giymeme rağmen. Dişlerim birbirine öyle değiyordu ki, hepsinin kırılıp mideme döküleceğinden endişe etmeye başlamıştım.
“Cihan, sol elinde tuttuğun aleti versene bana.” diye seslendi bana. O sırada evimizin arkasındaki yoldan geçen polis arabalarına takılmıştı gözüm. Polise, askere olan sempatim ve derin sevgim ta küçüklükten vardı. Sesi duymamla bir an kendime geldim sanki. Babam tamir işini yaparken ben dalıp gitmişim, beni önceden çağırmış ama duymadığım için kendisi inmeye karar vermişti, düşünceme göre. Merdivenin yarısına kadar geldiğinde yetişip sağ elimi uzatmıştım yanlışlıkla. “Hayır, sol elindekini diyorum oğlum.” söylediği anda ben çoktan sol elimde olan adını bilmediğim aleti vermiştim.
Tekrar yukarı çıkmaya çalışırken son merdivende ceketi takılmış, bir eli boş olmadığından diğer eliyle ceketini kurtarmak isterken kayıp düşmüştü ikinci kattan. Bahtsızlıktan, düşerken kafasını önce çatıya sonra ise yerde olan büyük taşa çarpmıştı.
Olayın şokuyla ne yapacağımı bilmeyip çığlık atmıştım ancak sesim hiç çıkmamıştı o zaman da. Kafası çok fena darbe almıştı, kanı durmadan akıyordu. Düştüğü gibi bilinci de anında gitmişti. Gözleri kapanmış, bedeni hızla soğuyordu. Telaşla koşarak eve girmiştim, sonrasını pek hatırlamıyorum... annemin bağırdığını duymam dışında.
Ceketin merdivene takılması babamın ölümüne neden olmuştu. Sonradan o taşı oradan kaldırmıştım. Suçu neden ceket de değil de merdivende aradım? Bilmiyorum çünkü çok saçma soru bu. Sırf bu nedenden dolayı ilk kattan aldım evi. Merdivenler olmasın...
            O iki küçük merdiveni inerken tüm olanlar yine gözümde canlanmış ve beni birkaç saniyeliğine orada tutmuştu. Olduğum yerde hareketsiz halde durup sonra yeniden dışarıya doğru gitmeye başladım. Apartmandan çıktıkça, sokağa yaklaştıkça soğuğu ve rüzgarı daha sert bir şekilde hissediyorum. Rüzgar bir yılan gibi giysilerimin altından bedenimin her tarafına sokuluyordu. Bir anda vücudumun her tarafına üşütme gelince silkindim. Silkinmenin getirdiği sıcaklıkla dışarı adım attım.
Şimdi sadece bir az uzakta duran kıza yaklaşmam lazımdı. Ancak ne diyecektim ki? Ne diyeceğimi hemen düşünmeliyim çünkü artık ne olduysa polislerle konuştuktan sonra dağılmaya başlamışlardı.
Gören de kıza aşığım sanacak! Altı üstü amaçlarını soracaksın, ne var bunda? Gidip amaçlarını soracaktım, neden toplandıklarını ve neden itiraz ettiklerini öğrenecektim.
Kırmızı şapkasından onu ayırt etmek daha kolay. Otobüs durağına gidiyor sanırım, adımlarımı hızlandırarak ona taraf yürüyorum. Durağa vardığında ben sol tarafında durdum, ben ki otobüs beklemiyorum? Niye durdum? Öksürerek sesimin tonunu ayarlarmış gibi yapıp “merhaba” dedim. Bana dönüp hafif gülümseyerek “merhaba” dedi. Merhaba sözcüğünü aynı zamanda hem selamlamak hem de soru sormak için kullanmıştı. Aslında bu “merhaba”nın anlamı şuydu “merhaba, ne lazım?” ya da “merhaba, buyrun?” demekti. Ne soracağımı beynimde tekrarlarken o beni bekliyordu hala ve ben o sırada onun gözlerinin aslında mavi değil de ondan daha açık bir renk olduğunu fark ettim. Maviden daha açıktı griye yakın ama gri de değildi.
Çok takılmadan “demin yaptığınız itiraz mıydı yoksa yarım kalmış yürüyüş müydü anlamadım ve merak ettim, evimden çıkacak kadar. Acaba ne içindi bu? Öğrenebilir miyim?” beynimde sürekli sorular sorsam da, bazen takılsam da konuşurken bunlar olmuyordu. Çok düzgün konuşmamla onu etkilediğimi düşünüyorum. Ama konuşmamda yaptığım yanlış vardı. Bu yanlış “evimden çıkacak kadar” sözüydü. Onu söylememem gerekiyordu. Dikkat çekici bir şey aslında bunu fark eden kişi benim hastalığım olduğunu düşünebilir, her ne kadar hasta olmasam da. Yani şöyle ki “ne var da evinden çıkamıyorsun?” diye sorarlar kendilerine. Hayır, ben hasta değilim. Sadece dışarıya fazla çıkmıyorum artık. Ve ben hasta olsam bile bu sözü demem çünkü kimsenin benim hastalığımı, zaafımı, zayıf yönlerimi bilmesini istemiyorum.
Belki konuşması değil ama sesi benimkinden çok düzgün ve inceydi. Bu incelik ona bir güzellik katıyordu sanki “hem yürüyüş hem de itirazdı. İtiraz yürüyüşü oluyor bu. Öğretmenlerin maaşının arttırılmasını talep ediyorduk ve hala ediyoruz. Artık bu işe birilerinin el atması gerek, değil mi?” dedi. Kelimeler adeta su gibi akıyordu dudaklarının arasından. Dolgun ve kırmızı dudakları vardı. Bu kadar kırmızı arasında griye benzer açık mavi gözlerini fark etmem normal bir şeydi sanırım. Gözlerimin çok iyi olmasıyla övünüyordum ben de. Bunu körler bile görür!
Hafif gülümsemede bile gamzeleri çıkmıştı, dolgun dudakları ve gözleri beni fazlasıyla etkiledi. Boyu benden epey kısa. Belki de ben çok uzunum.. yüz seksenlerde bir yerdeydim galiba. Konuşurken bile açık mavi ama griye benzer deniz gibi gözlerinde fırtınalar koptuğunu görebiliyorum. Dalıp gitmişken yine sohbeti devam ettirme hissi oluştu içimde ve “öğretmenlere duyduğum saygı en üst seviyede, ne isteseler haklılar bence” dedim. Gerçekten böyle düşünüyorum ama başka bir şey diyemediğime göre kendime ait klişe lafı söyledim. Bu haklı olduğumu değiştirmez. Tamam belki “ne isterlerse” demem abartı. Bunları sonra düşünürüm...
Bir az üşümeye başladım, gözlerim karşıdaki dükkana takılmıştı uzun süredir. Oraya boş gözlerle bakarken “bir öğretmenle konuşmayalı uzun zaman oldu” dedim kırmızı şapkalı kıza. Bu sefer daha fazla ve içten güldü. Gülerken bile sesi güzeldi bu küçük hanımefendinin. Bu sefer bu kadar gülmesine şaşırdım gerçi, gözümü dükkandan ayırıp ona doğru bakarak kaşlarımı çatmıştım. “Böyle gülmene neden olan neydi?” diye sormama gerek kalmadan “daha hiçbir şey konuşmadığımız halde öğretmen olduğum kanısına nereden vardın?” dedi yine gülerek. “Giyiminiz ve konuşmanız, ancak bir öğretmen böyle olabilir diye düşünüyorum.” dedim.
İtiraz yürüyüşüne herkes katılabilir pek tabii. Sadece öğretmenler itiraz edecek diye bir şey yok. Onların haklı olduğunu düşünen ve savunan herkesin katılması normaldir. Ancak herkes bu kadar düzgün konuşamıyor. Bana göre bir öğretmenin nutku böyle etkileyici olabilir. Ama bu benim düşüncem. Bana göre böyle olmalı. Kelimeleri yerli yerinde kullanması, nefes alıp verişi bile düzenli ve özenliydi. Giyimi de tipik bir öğretmen klasiği işte!
Bana bakarak bu sefer gülüşü seviye atlamış gibi kahkaha attı. “Psikolog falan mısın sen?” dedi gülüşünden geriye kalan nefesle.
Otobüsün gelmesiyle birlikte sert bir o kadar da soğuk ses tonuyla “hayır” dedim ve derin soluk aldıktan sonra “sanmıyorum” diye ekledim. Fazla itici olmasın diye zoraki gülümsemeyi de unutmadım.
Bu kadar yabancıyken nasıl iki samimi insan gibi olduk!? Yıllardan beri dostmuşuz gibi bir hava vardı. Bu hava mavi gözlü kızın otobüse binip gitmesiyle dağıldı ve yerini soğuk havaya bıraktı. Otobüs giderken camın arkasından yine hafif gülümsemeyle bana “hoşça kal” dedi.
İnsanlar gerektiğinde en gergin anda bile bu kadar samimi ve hoş olabiliyorlar. Dünyam birkaç dakikalığına olsa da güzelleşti. Adını bile bilmiyorum, sormayı da unuttum... çok unutkan oldum ben. Unutkan olduğumu hatırlayınca da iki gündür ilacımı almadığımı hatırladım.

Şimdi ise çok üşümeye başladım. Çünkü sonbahar kıyafetleri kışın pek sıcak tutmuyor. Eve gidip sıcacık kahveyle kendimi ısıtacağım...

Hiç yorum yok: